Deri, içindeki dokunma cisimcikleriyle dokunma duyusu organı görevini görür. Omurilik soğanından gelen duyu sinirleri altderiye dağılmıştır. Bu sinirlerin ucu ya serbesttir ya da birtakım cisimciklere (dokunma cisimcikleri) bağlıdır.
Bu cisimciklerle deri 4 çeşit duyuyu, 1° basınç, 2° sıcaklık, 3° soğukluk, 4° ağrı duyularını duyar. Bu duyular vücudun her yanında aynı derecede değildir. Dilin, parmakların ve burnun ucu çok duygulu, sırt ise en duygusuz yerlerdir.
Bilginlerin yaptığı bir hesaba göre vücutta 3-4 milyon ağrı duyma noktası, 500 000 basınç duyma noktası, 150 000 soğukluk duyma noktası, 16 000 sıcaklık duyma noktası vardır. Okumaya devam et Dokunma Duyusu, Deri
Ağzımızda yer alan bir organdır. Tatmaya, yutmaya, emmeye ve konuşmaya yarar. Yassı, ucu sivri bir et parçasıdır. Dil kemiğinin yardımı ile alt çene kemiğine bağlanmıştır. Üstü hep ıslak olur; bunun sebebi tükürük bezlerinden gelen tükürüktür. Dilin üzerinde büyüklü, küçüklü girintiler, çıkıntılar vardır. Bu çıkıntı ve memecikler üç cinstir. Bazıları çanak gibi, bazıları mantar gibi, bazıları iplik gibi olur. Çanaksı olanlar dilin gerisine doğru ters bir V gibi sıralanırlar; 9-11 tane olurlar. Mantarsı olanlar 150-200 tanedir. Çanaksıların önünde yer alırlar. İpliksi olanlar da dilin ortalarındadır.
Dilimiz tat alma organıdır. Bize yediğimiz şeylerin acı, tatlı, ekşi ya da tuzlu olup olmadıklarını bildirir. Yediklerimiz tükürükle eriyip memeciklere dokunur. Böylece memeciklerdeki duyu hücreleri kimyasal etkiyi sinir enerjisine dönüştürür ve sinirlerle beyne gönderirler. Dilimiz ayrıca bir deri parçası (dokunma duyusu) gibi de çalışır ve bize ağzımızdakilerin sıcaklığını, soğukluğunu bildirir. Okumaya devam et Duyu Organımız Dil
Duyular insanın çevresiyle ilişki kurmasına yararlar. Bir bakıma, yaratığın dış dünyaya açılan pencereleridir. Onların yardımı ile çevremizde olup bitenleri duyabilir ve anlayabiliriz. Beş duyu organımız vardır: görme, işitme, dokunma, koklama, tatma. Her duyunun ayrı bir organı vardır. Bu organlar dış dünyadaki etkenleri yakalar ve alır, sonra da bu algıları sinir sistemine aktarırlar. Görme duyusunun organı göz, işitmeninki kulak, dokunmanınki deri, koklamanınki b urun, tatmanınki de dildir. Organlarla edindiğimiz izlenimler karışık bir mekanizma ile beyne yollanır. Algıları taşıma işini sinirler yapar. Çoğunlukla bu, kimyasal ve elektriksel bir olaydır. Örneğin, gözde ışınlar ağ tabakasının üstüne düşünce ışığın derecesi ve rengi bir etki yapar, oradaki maddelerde kimyasal bir değişim belirir. Bu da bir çeşit elektrik akımı yaratır. Sinirler bu enerjiyi taşır. Her organ sadece bir duyu alabilir. Yalnız bunların birbirlerine yardımcı oldukları da olur. Kulağın kaptığı bir sesin kaynağını gözün araştırması gibi.
Her duyu organının etkilenebilmesi için dış dünyadaki uyartıcının belli şiddet sınırları arasında olması gerekir. Örneğin fazla titreşimli sesleri kulak alamaz. Bu duyarlık yaratıktan yaratığa değişir. Öte yanda, duyular ufak değişmelere kendilerini kolayca uydururlar. Bir sesin şiddeti azar azar artırılırsa kulak her artmaya kendini uyduruverir; sonunda artmayı duymaz olur; ses hep aynı şiddette geliyormuş gibi davranır. Örneğin yatakta sigara içerken uyumuş bir kimse ateş alan eşyanın sıcaklığını ve kokusunu fark etmez; çünkü kokunun ve sıcaklığın artması ağır ağır olur. Bu yüzden uyanılamadığı için, böylesine başlayan yangınlar ve ölen insanlar çok olur.
Dünya tam bir dönüşü 24 saatte yapar. Öğle vaktini güneşin en çok yükseldiği noktadan geçtiği zaman yani saat 12 kabul ettiğimize göre, kolaylıkla görebiliriz ki ayrı ayrı meridyenler üzerinde bulunan her yerin saat 12’si başka başka zamanlardadır. Burada saat 12 iken (yani güneş en yüksek noktasında iken) kimi yerde daha sabahtır, kimi yerde akşam, kimi yerde de gece yarısı. Demek ki her meridyende saat başka başkadır. Saat kavramını bu şekilde düşünürsek her meridyenin ayrı bir saat düzeni olması gerektiği sonucuna varırız. Örneğin, Ankara’daki saat 12 iken, Bolu’daki saat 12’den farklı olmalıdır. İşte buna yerel saat denir. Okumaya devam et DÜNYA SAATLERi
Dünyanın geçmişi merak edildiği kadar geleceği de söz ve tartışma konusu olmuştur. Yakın çağlara kadar insanlar her büyük yangında, sel baskınında, fırtınada ve depremde dünyanın sonuna gelindiğini sanmışlardı. Hatta dünyaya çok yakın geçen bazı büyük kuyruklu yıldızların beklenen sonu getirdiğini sanmışlardı. Bu temelsiz yargılar aslında doğa olaylarını ve uzayda olup bitenleri anlayamayan ve adeta çocukluk çağını yaşayan insanlığın korkulu ve telâşçı yargılarından başka bir şey değildi. Bugün bilimsel düşüncenin ışığı altında her şeyi daha iyi anlıyor ve değerlendirebiliyoruz. Bilginlere göre dünya gittikçe yavaşlamakta, güneş gittikçe soğumaktadır. Ama, bunlardan dolayı sonun gelmesi için milyarlarca yıl geçecektir. Belki de dünyanın oluşmasından bugüne kadar geçen zaman kadar uzun bir süre. Eğer insanlar kendi yarattıkları ve yüksek yıkım gücü olan atom silâhlarıyla kendi hayatlarına bir son vermezlerse insanlık tarihinin bir sona ereceğini düşünmek akla yakın gelmiyor. Dünyamız çeşitli nedenlerden yaşanamayacak duruma gelse bile, bu çok ileride olacaktır. Herhalde insanlık bu arada çok ilerlemiş bulunacak ve daha güvenilir gezegenlere geçmek, oraları yeni bir yurt yapmak işini rahatlıkla gerçekleştirebilecektir.
DÜNYA ÜZERİNDE BİTKİ VE HAYVAN DAĞILIŞI
İklim, yeryüzündeki hayvan ve bitkilerin dağılışını düzenleyen önemli bir öğe olmuştur. Aslında bitkiler bu şartlara daha çok bağlıdır, içinde yaşadıkları hava şartları onları kendilerini çevrelerine uydurmak için değişime sürüklemiştir. Böylece sıcaklık, susuzluk, bol yağış gibi etkenlere en iyi uyacak tedbirleri kendileri almışlardır. Hayvanların iklime uymaları ise daha kolaydır. Barınamayacakları bir iklimden kendilerine uygun gelen bir iklime göç etmeleri o kadar güç değildir. Öte yandan insanlar da bitkilerin bir yerden ötekine gitmesini, hayvanların daha değişik iklimlere uyuşmasını sağlamışlardır. Örneğin patatesin Amerika’dan öteki yerlere gitmesi, pirincin doğu Asya’dan öteki yerlere yayılması böyle olmuştur.
İklimin hayat üzerindeki kuvvetli etkisinden dolayı bitki örtüsünün yeryüzünde gösterdiği değişmeler ile iklim tiplerinin dağılışı arasında yakın ilişki vardır. Ekvator bölgelerinde daima yeşil ormanlar görülür. İri gövdeli ve çok uzun olan ağaçları sarmaşıklar sarmıştır. Çok gür otlar birbirlerine sarılmış durumdadır. Buralarda her cins ağaç göze çarpar. Muson ormanları da onlar gibidir. Yalnız burada ağaç kabukları daha kalındır. Bambu da çok rastlanan bir bitkidir. Bu ormanlarda çeşitli kuşlar, vahşi hayvanlar bulunur. Timsahlar, suaygırları, kaplanlar, maymunlar bunların arasındadır.
Savan bölgelerinde yüksek ve sık otlar ve arada sırada yaprakları az ve dikenli ağaçlar göze çarpar. Böylece ağaçlar kuraklığa karşı tedbir almış durumdadırlar. Eğer nemli bir vadi belirirse, buralarda vadi kıvrımları boyunca uzanan gür ormanlar oluşur. Aslan, kaplan, zürafa, fil gibi hayvanlara ve sürüngenlerle çeşitli böceklere rastlanır.
Çöllerde bitki örtüsü çok ayrıdır. Ancak vahalarda kurakçıl bitkiler bulunur. Kaktüsler ve susuzluğa dayanabilen bazı çalılar göze çarpar. Develer kadar yılan ve akrep tipi sürüngenler bu iklim şartına kendilerini uydurabilirler. Akdeniz tipi iklimde de defne, mersin, nane, kekik gibi bitkilerden meydana gelen ve maki diye adlandırılan bir bitki topluluğu bulunur. Zeytin ağacı ve selviler de yer alır. Hayvanları daha Çok at, eşek, katır tipi evcilleştirilebilen hayvanlardır.
İstepler kurakçıl ot topluluklarıdır.
Üzerinde yaşadığımız gezegendir. İlk insanlar onun yuvarlak olduğunu düşünememişlerdi. Onu, tabak gibi, düz bir daire biçiminde kabul etmişlerdi. Ortaçağ’da bu düşüncenin yanlışlığı insan bilgisinin artmasıyla gittikçe anlaşılmaya başlandı. Yalnız böyle bir görüşü savunan bilim adamları çok sıkıntı çektiler; çünkü söyledikleri kurulu düzen tarafından tehlikeli ve yıkıcı kabul ediliyordu. Bu yüzden bilginler çeşitli baskılara, işkencelere uğradılar. Oysa çok eski çağlarda bile bazı düşünürler bu basit gerçeği anlayabilmişlerdi. Kimi Yunan bilginleri dünyanın bir küre gibi olduğu düşüncesini şöyle savunmuşlardı: Denizde uzaktan gelen bir geminin önce direkleri, sonra yelkenleri, son olarak da teknesi görünüyordu; denizin yüzü, yani dünya dümdüz olsaydı gemi bütünüyle görünür ve yaklaştıkça büyürdü.
Bundan başka ay tutulması denen olayın dünyanın gölgesinin ay üstüne düşmesi olduğu biliniyordu; bu olay sırasında da gölge yuvarlak görünüyordu.
Ayrıca yeryüzünde bir yerden başka bir yere gidilince gökteki belli bir yıldızın yeri de değişiyordu; örneğin bir yerde tam tepede duran bir yıldız, başka bir yerde ve aynı saatte ufukta imiş gibi duruyordu. Bundan başka kuzey yarımkürede görülen bazı yıldızlar güney yarımkürede hiç görülmezler; örneğin Afrika’nın güneyinde yaşayan insanların çok iyi tanıdığı bazı yıldızları biz Türkiye’de hiç bilmeyiz. Dünya tabak gibi olsaydı, bizim de tanımış, görmüş olmamız gerekirdi.
Bunlardan ayrı olarak en güçlü delillerden biri de Magellan adlı denizcinin hep batıya giderek yaptığı gezi sonunda yola çıktığı yere tekrar dönebilmesi oldu. Demek ki dünya küre biçimindeydi. Ayrıca günümüzde uzaya yollanan uzay araçlarından dünyanın fotoğrafı çekilebiliyor ve onlardan görüyoruz ki dünya yuvarlaktır.
Deride çok ince kan damarları vardır. Bunlar gözenek dediğimiz ince boruların yoluyla dışarı ile bağlantı kurabilir. Çok hareket edip vücudumuz kızıştığı zaman, kan gözeneklerin yardımıyla dışarının sıcaklığını almaya ve kendi sıcaklığını vermeye başlar. Bu sırada ter meydana gelir ve gözeneklerden dışarı çıkarak derinin üstünü kaplar. Böylece toprak testilerin suyu soğutması gibi bir durum ortaya çıkar. Nasıl testiden sızan su buharlaşmak için çevresinden ısı alırsa, ter de aynı işi yapar ve kanın ısısını alır. Böylece serinlemiş oluruz.
TER NEDİR?
Vücudumuzun kılsız bir tarafına bakalım. Örneğin avucumuzun içi. Burada oluşan teri incelersek görürüz ki ter % 99 sudur. Kıllı olan yerlerde kıl diplerinin de katkısı olur tere. Bu yüzden en saf ter kılsız yerlerde olur. Aslında ter sulandırılmış sidik bileşimindedir. Ama içinde su çok fazladır. Ter dışarı çıktıktan sonra, su kısmı buhar olup yok olur; tuzlu kısmı, içinde taşıdığı ve vücudun atmak istediği zehirlerle birlikte deri üstüne çökelip kalır. Buna havadaki mikroplar da karışır. Bu yüzden teri vücudun üstünden atmak gerekir. Zararlı maddeleri biriktirmesi bir yana, ayrıca deri kanallarını tıkar ve derinin gerektiği gibi çalışmasını Önler. Bu yüzden deriyi sık sık yıkamak iyi olur.
NEMLİ SICAK HAVA NİYE DAHA ÇOK RAHATSIZ EDER?
Eğer hava çok nemliyse vücudumuzdan dışarı çıkan ter bir türlü buharlaşamaz. Çünkü havadaki su, miktarı zaten yüksektir. Bu yüzden su vücudun üstünde kalır ve duyduğumuz sıcaklığı alamaz. Sonuç olarak serinlememiş oluruz. Oysa kuru ve sıcak havalarda sıcaklık bizi o kadar rahatsız etmez.
Yaşadığımız yerde gökyüzünü incelediğimiz zaman yıldızların durmadan hareket ettiklerini görüyoruz. Örneğin güneş bir taraftan doğuyor, sonra da öbür taraftan batıyor. Bize sanki gök hareket ediyormuş gibi geliyor. Aslında dünya sürekli bir hareket halindedir. Zaten uzaydaki her şey hareket eder. Dünyanın iki türlü hareketi vardır. Bir kendi etrafında döner, bir de güneşin etrafında.
Dünyanın kendi etrafında dönmesi bir şişe geçirilmiş bir topun kendi etrafında dönmesine benzer. Bu topu bir lambanın karşısına tutup da döndürürsek bir tarafının karanlıkta, bir tarafının da aydınlıkta kaldığını görürüz. Karanlıkta kalan yerler yavaş yavaş aydınlık tarafa gitmeye başlarlar. Döndürme hareketine durmadan devam edersek o yerler bir zaman sonra aydınlığa kavuşur ve sonra gene karanlığa gömülür. Dünyanın kendi etrafında dönmesi de böyle olur. Gece ve gündüzün oluşması da karanlıktan aydınlığa ve aydınlıktan karanlığa geçmekten başka bir şey değildir. Yalnız dünya küresinin gerçekten, madde halinde bir şişi yoktur. Eksen adı verilen bu çizgi varmış gibi düşünülür.
Kutup noktaları: Eksenin dünyayı deldiği noktalardır. O noktalar kendi etrafında dönme sırasında sabit dururlar. İki kutup noktası vardır. Kuzeydekine kuzey kutbu, güneydekine de güney kutbu denir.
Ekvator: İki kutup noktasının tam ortasında yer alan ve onlara eşit uzaklıkta olan bir çizgidir; dünyayı bir kuşak, bir çember gibi sarar. Dünya ekvatordan ikiye bölünecek biçimde kesilebilseydi birbirine eşit iki parça elde ederdik. Bunlardan kuzeydekine kuzey yarımküresi, güneydekine de güney yarımküresi denir.
Gökte en yakın komşumuz olan ay da dünya etrafında döner. Biz ayın hep aynı tarafını görürüz.
Dünyanın ikinci hareketi de güneşin çevresinde dönmesidir. Bir taş alıp bir iple bağladıktan sonra hızla çevirirsek taşın elimizin etrafında durmadan döndüğünü görürüz. Dünya da bunun gibi hareket eder. Yalnız dönüşünü etkileyen bir ip yoktur; onun yerine dünya ile güneş arasında beliren birbirini çekme kuvveti bu işi yapar. Bu dönüş tam bir yılda tamamlanır. Aslında insanlar tam bir dönüşün yapıldığı zamana yıl adını takmışlardır. Bir yıl içinde bu dönme hareketinden doğan birtakım soğuk, sıcak zamanlar vardır. Bunlara mevsim deniliyor. Bir yılda 4 mevsim vardır.
Mevsimlerin oluşmasını anlamak için güneşin bizi nasıl ısıttığını düşünelim. Güneş büyük bir sıcaklık kaynağıdır. Onun sıcaklığını en çok öğle vakti, tam tepemize geldiği zaman duyarız. Sabahları ya da akşamları daha az sıcak olur; çünkü o zamanlar ışınları eğik gelmektedir. Yazları sıcak olmasının sebebi de budur; ışınlar dik geldiği için kış aylarına kıyasla sıcaklığını daha çok duyarız; çünkü kış aylarında ışınları eğik alırız.
Eğer dünyanın ekseni güneşin ışınlarına dik olsaydı, mevsimler olmayacaktı. Çünkü dünyanın üzerindeki yerimize göre ışınları hep aynı eğiklikte alacaktık. Eksen biraz yatık olduğu için ekvator değil de onun kuzeyindeki ya da güneyindeki yerler dik ışınları alırlar. Yazın yatıklıktan dolayı kuzey yarım küre güneşe doğru dönüktür. Ekvatora paralel olan bir daire üzerindeki yerler o mevsim içinde en dik ışınları alırlar. Bu daireye Yengeç dönencesi deniyor. Dünya güneşe göre tam öbür taraftaki yerine varınca yani 6 ay kadar bir zaman geçince güney yarımküre güneşe dönük olur. O zaman güney yarımküredeki bir daire dik ışınları alır. Bu dairenin adı da Oğlak dönencesidir. Demek ki yaz aylarında kuzey yarımküre sıcak, güney yarımküre soğuk oluyor. Tersine bizim kış dediğimiz aylarda, güney yarımkürede yılın en sıcak zamanını yaşıyorlar. Kısacası bizim yazımız onların kışı, bizim kışımız onların yazı oluyor.
Basıklık oranı: Dünya aslında tam bir küre değildir. Kutupları ekvatora göre biraz daha basıktır. Büyük ekseni ile küçük ekseni arasındaki orana basıklık oranı denir. Bu 1/297 kadardır.
Dünya kendi çevresindeki dönüşünü 23 saat 56 dakika 4,095 saniyede tamamlar. Bu dönüş hızı ekvatorda dakikada27 km. kadardır.
Dünyanın güneş çevresindeki yörüngesi bir elipstir. Bu dönme 365 gün, 6 saat, 9 dakika, 5 saniyede olur. Dünyanın bu yörünge üzerindeki hızı saatte110 000 km. ye yakındır.
Ekvatorun uzunluğu: 40.076.594 m.
Meridyen uzunluğu: 40.009.152 m.
Ekvator yarıçapı:6.378.388 m.
Kutuplarınyarıçapı: 6.356.912 m.
Yerin yüzölçümü: 510.101. 000 km2. Nüfusu: 3.970:000.000