Halk Sanatı

Halk Sanatı

Halk birçok anlam taşıyan ve kesinlikle tanımlanamayan bir kavramdır. Bununla birlikte, bir ulusun aydınlar ve resmi görevliler dışında kalan çoğunluğuna halk denir. O zaman gerek eski çağlarda, gerekse gönümüzde halkın yarattığı ve izlediği sanata halk sanatı diyebiliriz.

Halk sanatını, gelişmiş ve kurallara bağlanmış sanattan ayırmak için başka yollar da vardır. Ama asıl ayrımı her sanat kolunda ayrı ayrı ele almak daha doğru sonuçlar verir.

Halk sanatı, ilk insan topluluklarında görülen sanata en yakın sanattır. Bu bakımdan gerek din sorunlarını, gerekse o toplumun günlük sorunlarını işler. Sanatın ilkel topluluklarda (klan) ortaya çıkışını açıklayan birçok kuram (teori) vardır. Ama bu kuramların hemen hepsi sanatın bir anlatım aracı olarak doğduğunu ileri sürer. Kimine göre ilkel insanlar sırrını çözemedikleri gizli güçlerin varlığına inanırlardı. Bu gizli güçler isterlerse kabileye (klana) iyilik eder, isterlerse kötülük ederlerdi. Öyleyse kabile insanları bu gizli güçleri memnun ederse onlardan iyilik görürdü. Putla, totemle simgeleştirilen bu gizli güçlere kabilenin saygısını anlatmak için ilk şekliyle dans, şarkı (daha sonra müzik) resim gibi sanatlar yavaş yavaş ortaya çıkmıştı.

Başka bir düşünce de sanatın kabilenin yaptığı bir savaşı, bir avı, bunlarda kahramanlık gösterenleri bütün kabileye tekrar anlatmak için yaratıldığını savunur. Kabile yaşanmış olayları böylece anar, bir yandan da gelecekteki avlarının bol, ekiminin bereketli, savaşlarının başarılı olmasını sağlamaya çalışırdı. Bunun için de hem ne yapacaklarını, nasıl davranacaklarını simgesel hareketlerle anlatır, hem de coşup korkularını unutur, cesaret kazanırlardı.

Böylece sanat ilkel insan topluluklarında birçok işi birden görü-yordu. İnsanlığın ilk zamanlarında bütün insanlar bu şekilde yaşıyordu. Günümüzde de Afrika’nın, Avustralya’nın bazı kabilelerinde bu ilkel yaşama biçimini görüyoruz. Zaten insan topluluklarının evrimini araştıran bilginler günümüzdeki ilkel topluluklardan çok şey öğrenmektedir.

Zamanla uygarlık ilerlemiş, insanların yaşama biçimleri de çok büyük değişmeler geçirmiştir. İnsanlar avcılıkla yaşamaktan tarım ürünleriyle yaşamaya geçmişler. Hayvanları evcilleştirmişler, kendilerine barınmak için evler yapmışlar; ihtiyaçlarını her gün biraz daha ileri bir teknikle sağlamaya başlamışlar, sonunda da makineyi bularak işlerinin büyük bir kısmını makinelere yaptırmaya başlamışlardır.

Bu gelişim sırasında bir dönem vardır ki o süre içinde komşu kabileler ya şama biçimleri, giyinişleri, konuşmaları, dinleri bakımından benzerlik gösterirler. Coğrafya etkenlerinin, tarih ve gelecek ortaklığının siyasal bütünlüğün de etkisiyle insanlık tarihinde uluslar belirmeye başlar. Devletler, imparatorluklar kurulur; imparatorlukların yerini temeli uluslara dayalı devletler alır yavaş yavaş.

İnsanlığın geçirdiği bu evrim elbette ki onun kültürünü, sanatını da etkiler. Ulusların ortaya çıkması ve zamanla yerleşip iyice belirlenmesi ulusal gelenekleri, yasaları doğurur. Sanat da bu ulusal yapı içinde ilk çağlardan değişik bir yer alır. Dinle sanat birbirinden ayrılmıştır artık. Bilimler ilerlemiş, dünyanın birçok sorununa açıklama getirmiştir. Felsefenin alanı daralmış; bir zamanlar felsefe konusuna giren konular bilimlerin ışığında incelenir olmuştur.

İnsanlığın bilim ve bilgi alanında öğrendikleri arttıkça, bunlar kuşaktan kuşağa aktarıldıkça, toplumlarda okumuşlarla okumamışlar kesin çizgilerle birbirinden ayırılmaya başlamıştır. Coğrafya, ticaret, endüstri bakımından önemli yerlerde kurulan büyük şehirler, merkezler eğitim alanında da öne geçmiştir. Buna karşılık tarımın, hayvancılığın ağır bastığı köyler ise eski yaşama şartlarını daha az değiştirmiştir. Okumuş – okumamış ayrımı, köylü – şehirli ayrımıyla aynı anlamı kazanmıştır. Şehirlerde, başkentlerde oturanlar, bilgilerinin, değişik etkilerin doğrultusunda köye göre, küçük kasabaya göre daha başka bir kültür ortaya çıkarmışlardır. Bu kültürün zamanla, kuşaktan kuşağa işlenmesi, uluslararası etkilerin merkezlerde çok güçlü olması, sanatı da değişik yönlerde geliştirmiş; köylünün, küçük kasabalının sanatıyla kentlinin sanatı birbirinden iyice ayrılmıştır.

Köylüler atalarından kendilerine aktarılan sanatı, çağın şartlarına az-çok uydurarak günümüze kadar korumuşlardır. Kentlerde, uygarlık merkezlerinde ise daha karışık, gerek öz, gerekse biçim ve teknik bakımdan bambaşka bir sanat ortaya çıkmıştır.

İşte, bir ulusun, bir halkın eski geleneklerine, eski göreneklerine, terelerine daha bağlı kalmış olan, teknik bakımdan geri ama o oranda da kendinden olan sanatına genellikle halk sanatı denir.

Bizim Halk Sanatımız

Türkiye’de halk sanatı, birçok ulusa göre çok zengin ve çok çeşitlidir. Anadolu insanı çağlardan beri Anadolu’da kurulan uygarlıkların etkileriyle daha eskilere uzanan kültürünü kaynaştırarak ortaya çok zengin bir halk sanatı çıkarmıştır. Kuşaktan kuşağa, ustadan çırağa aktarılan bu sanat günümüzde de çok az değişmelerle yaşamaktadır.

Türkülerimiz, köylü danslarımız, âşık adı verilen halk ozanlarının saz eşliğinde söylediği şiirler edebiyat, dans ve müzik alanında eşsiz birer hazine, uçsuz bucaksız bir kaynaktır. Resim, İslâmlığın etkisiyle, bizde soyutlaşmış, kilim dokumasına, çorap, heybe nakısına, cami çinisine, her alandaki süsleme işlerine dönüşmüştür. Halkımız, batılı anlamıyla tiyatroyu bilmezken de tiyatro diyebileceğimiz gösterileri yaşatırdı. Köylerde oynanan köy oyunları, gezgin hikâye anlatıcılar demek olan meddah, kukla tiyatrosu halk tiyatromuzun belli başlı örnekleridir. Bunun dışında Anadolu’da gene çok zengin bir destan ve masal edebiyatı vardır.

7 thoughts on “Halk Sanatı”

  1. aaaaaaaaaaaaaaa eski arkadaşım sandım çok özür dilerim türkçeden 100 almışım şimdi e okuldan baktım

  2. cooooooooook güzel arkadaşlarıma tavsiye etmeliyim öğretmenlerimiz araştırmalarımızı buradan yapmamıza önem veriyorlar.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir