Her çağın insanı dünyayı kendi yaşama tarzına, ekonomik ve toplumsal hayatına, inançlarına uygun olarak düşünmüştür. Eski Mısırlılar için dünya kutu biçimindeydi, gökyüzü de bir kapak gibi bu kutuyu kapıyordu. Eski Hintliler buna benzer bir görüşü çok daha süsleyip püslediler. Onlara göre uçsuz bucaksız bir deniz vardı; onun üstünde kocaman bir kaplumbağa yüzüyor ve sırtında dört fil taşıyordu. Filler de sırtlarında tabak gibi düz bir daire taşıyorlardı; bu, dünyaydı. Daha başkaları dünyayı bir öküzün boynuzları üstünde düşündüler. Öküz kızdırıldıkça boynunu sallıyordu; bu da depremleri yaratıyordu.
İlk insanlar için dünya yaşadıkları çevreydi. Görebildikleri dağların ötesinde fazla bir şey yoktu: Dağlar, dağlar ve o kadar. Dünya orada bitiyordu. Yıldızlar da havaya çakılmış ışık parçalarıydı. Böylece insan evrenin merkezi oluyordu. Her şey onun için yaratılmıştı. Dünyanın yuvarlaklığının kabulünden sonra bile güneşin çevresinde döndüğü görüşü şiddetle reddedildi. Aslında Eski Yunan’da dünyanın yuvarlaklığı da, döndüğü de düşünülmüştü. Hatta bir bilgin onbinde bir hata ile dünyanın çevresini hesaplamıştı. Ama, sonraları din kurumları dünyanın evrenin merkezi olduğunda ve güneşle birlikte her şeyin dünyanın çevresinde döndüğünde ısrar ettiler. Kiliseler bunun tersini söyleyen bilginlere her türlü işkenceyi yaptılar.
Sonra zamanla dünyanın güneş sistemi içinde bir nokta olduğu kabul edildi. Artık dünya görüşleri tamamen değişti; insanlık bilim çağına giriyordu.